Ad Code

Responsive Advertisement

Ticker

6/recent/ticker-posts

KÜRESELLEŞMİŞ YENİ DÜNYA DÜZENİNDE TOPLUMSAL CİNSİYET




KÜRESELLEŞMİŞ YENİ DÜNYA DÜZENİNDE 
TOPLUMSAL CİNSİYET 
Seda Dalkesen 
Toros Üniversitesi ADALET Bölümü 


     "Kadın su, erkek ise ekmektir. Hiç su içmeden en fazla yedi gün, ekmek yemeden en fazla üç hafta yaşayabiliriz. Yani en temel gereksinimlerimiz su ve ekmektir, kadın ve erkekte su ve ekmek gibi üzerinde yaşadığımız dünyanın en büyük gereksinimidir. Bu düşünceye bağlı olarak; kadın olmadan bir hafta, erkek olmadan ise sadece üç hafta yaşayabiliriz".    
     Cinsiyet; bireyin kadın ve erkek olarak mevcut genetik, fizyolojik ve biyolojik özellikleri olarak tanımlanır. Doğum öncesinde kız bebeklerinin eşyaları için pembe, erkek bebeklerin eşyaları için mavi rengin tercih edilmesiyle başlayan süreç, erkek cinsiyetinin kadın cinsiyetine baskın olmasıyla devam eder. Bu durum eşitsizliği doğurur. 
    Toplumsal cinsiyet; farklı kültürde, farklı yaşam alanlarında kadınlara ve erkeklere yüklenen roller ve sorumlulukları ifade eder. Toplum tarafından kadına ve erkeğe uygun görülen bazı nitelikler vardır: Cesaret, özgüven, güç gibi nitelikler erkeklere, yumuşaklık, fedakârlık, çekingenlik gibi nitelikler ise kadınlara atfedilir. Kadınlar ve erkekler toplumun kalıplarına sığdırılmaya çalışılır. Bu kalıplar başka toplumsal değer ve normlar gibi, toplumu oluşturan bireyler tarafından yeniden üretilir çoğaltılır. Bu durum bu şekilde tekrarlanır. 
      Küreselleşme, öznel bir kavram olduğu için herkes tarafından kabul edilen kesin bir tanımı yoktur. Küreselleşme sadece sosyolojinin konusu değildir, fakat sosyolojik açıdan toplumsal alandaki değişimi ifade etmektedir. Değişimi anlamak açısından “Robertson” şöyle demiştir:  
     “Küreselleşme teması anlayışları aralarında farklılık göstermesine rağmen küreselleşme diye adlandırılan şeyi anlamanın en iyi yolunun, dünyanın birleşik hale geldiği, ama kesinlikle saf dil işlevselci tarzda bütünleşmediği biçim sorunu üzerinde yoğunlaşmaktır.” 
     Dünyanın birleşik hale gelmesi, tekdüze dinamikler ile oluşan bir süreç değildir. Çünkü küreselleşme, ekonomik olduğu kadar siyasal, teknolojik ve kültürel boyutlu bir süreçtir. 
      Giddens’a göre küreselleşme; tek bir süreç değildir, karmaşık süreçlerin bir araya geldiği bir olgular kümesidir. Üstelik çelişkili yada birbirine zıt etkenlerin devreye girdiği bir süreçtir. Çoğu insanın gözünde, küreselleşme basitçe gücün yada etkinin yerel toplulukların elinden alınıp küresel arenaya aktarılmasından ibarettir. 
     Toplumsallaşma Sürecinde Cinsiyetin Oluşumu 
     Toplumsallaşma sürecinde cinsiyetin oluşumu ve gelişmesi çocukken başlar. Çocuklar çok küçük yaştan itibaren kendisini ve etrafında olup bitenleri keşfetmeyi, yaramazlıklar yaparak düşe kalka öğrenmeyi severler. Erken çocukluk evresinde; anne ve babaların, çocuklarına davranışlarında belirgin farklılıklar vardır. Örneğin kız çocuklarına korumacı, oğlan çocuklarına ise daha cesaretlendiricidirler. Çocuk, okul çağına geldiğinde cinsiyet kimliğini kazanır. Çünkü farklı insanlarla birlikte aynı ortamı paylaşıp,  hayatın ve toplumun içinde var olan gerçekleri gözlemler.  
     Okul; çocuklar ve ergenler için öğrenme yeri olduğu kadar aynı zamanda toplumsallaşma yeridir. Babanın televizyon izlediği, annenin mutfakta çalıştığı kitaplardan hayatı öğrenirken, öğretmenlerinin çoğunun kadın ama müdürün neredeyse hep erkek olduğunu zihninin bir köşesine yazar. Oğlan çocuklarının terbiyesizliklerinin normal karşılandığını hatta bıyık altından gülündüğünü, kızların sınırları ihlal etme girişimlerine ise hem ailelerinin hem de öğretmenlerinin dehşetle baktığını fark eder. Birinin hayat bilgisinin kendini gösterme, cesaret, güç ile diğerininkinin itaat, yumuşaklık ve “idare etme” ile ilişkili olduğunu sezer.  
     Cinsiyet Özellikleri 
     Biyolojik bakış açısının iddia ettiği gibi hepimiz dünyaya kız ya da oğlan bebekler olarak geliriz. Bu bizim seçtiğimiz bir şey değildir. Hangi kültürde, hangi çağda yaşarsak yaşayalım, kız ya da oğlan olarak doğmak, tıpkı ölümlü olmak gibi biyolojik varlığımızın bir niteliğidir. Böyle olduğu için üzerinde düşünmeye gerek duymayız: nasıl mavi gözlü, uzun boylu veya siyah saçlı olmak “doğal” durumlarsa kadın ya da erkek olmak da öyledir. Oysa biraz daha yakından baktığımızda, cinsiyetin yalnızca biyolojik varlığımızın bir niteliği olmakla kalmadığını, toplumsal konumumuzu da derinden etkilediğini görebiliriz. En başta toplum tarafından kadın ve erkeğe uygun görülen nitelikler konumumuzu etkiler. İşte bu nitelikler kadın ve erkeği farklı kategoriye koyar. Örneğin, kadın: doğurabilir, sevecen ve fedakârdır, sessizdir, ayrıntıcıdır, duygusaldır, tek eşliliğe yatkındır, dikkati insanlar ve ilişkilere yöneliktir, dedikoducudur; erkek, zihinsel yaratıcılığı yüksektir, sorumluluk duygusu güçlüdür, yönetmeyi bilir, soyut düşünme yeteneği gelişkindir, rasyoneldir, bir çiçekle bahar olmaz der, duygular ve ilişkilerden çok teknolojiye ve nesnelere ilgi duyar, saldırgandır. Kadın ve erkeği bu şekilde ayırmak doğru değildir. Çünkü duygusal olarak nitelendirilen kadın sinirli bir anda saldırgan da olabilir yada saldırgan olarak nitelendirilen erkek duygusal bir anda duygusallaşabilir.   
      Cinsiyete göre dağılan bu nitelikler, bizim biyolojik varlığımızla ilişkilendirilir. Yani cinsiyetin, anatomik ve hormonal yapı tarafından belirlendiği düşünülür. Örneğin, “kadınlar anne oldukları için erkeklere göre daha yumuşaktır” denir. Cinsiyetimiz ile biyolojimizi birbirine en kolay bağlayabileceğimiz nokta budur çünkü: Annelik. Kadınların annelik potansiyelleri nedeniyle “kadınsı” davrandıkları söylenir.  Bir kadın, anne olduğu için daha yırtıcı, daha korumacı ve sert de olabilir. Bazı kültürlerde bunun örneklerine de rastlarız; örneğin, çocukların ataların ruhlarının yeniden cisimleşmesi olduklarına inanan topluluklar, çocuk bakımını da topluluğun ortak işi olarak tanımlarlar; bu durumda annelik ve babalık rolleri bizim “doğal” kabul ettiğimizden çok farklı biçimlenir. 
      Simone de Beauvoir, “Kadın doğulmaz, kadın olunur” diyerek cinsiyetin toplumsal boyutunun altını çizmiştir. 
     Toplumsal Cinsiyet Rolleri 
     Eski zamanlardan beri süregelen geleneksel roller, değişmez bir bakışla erkeği eve ekmek getirmekten sorumlu, evin direği, güçlü kişi olarak tanımlarken, kadını ev işlerinden, çocuk bakımından sorumlu, bağımlı ve ihtiyaç sahibi kişi olarak görür. 
     Peki, eve ekmek getirmesi zorunlu olan birey sadece erkek midir? Ya da çocuğun bakımından sorumlu olan kişi yalnızca kadın mıdır? Toplumun gördüğü bakış açısı ile bakacak olursak bu sorulara su cevabı vermek mümkündür: Erkek evin direği olması sebebiyle, çalışıp eve ekmek getirme sorumluluğu ondadır. Kadın ise evin temizliğini yapmalı ve çocuklarının eğitimini en iyi şekilde vermelidir. Yani bu tanımlar sorumluluk adı altında gerçekleşiyor. Kadın kısmı çalışmaz düşüncesi yakın zamana kadar yaygındı. Ancak zamanla bu düşünce aşılmıştır. Günümüzde gayet başarılı işler gerçekleştiren kadınlarımız oldukça fazladır. 
     Topluma ve cinsiyet rollerinin zaman içindeki değişimine bakmak bu rollerin, doğuştan gelen farklılıklarla olmadığını, sosyalleştiğimiz çevre ve içinde yaşadığımız toplumla ilgili olduğunu ve bu nedenle de değişime açık olduğunu göstermeye yeter. Örneğin yemek yapmak kadının görevi olarak görülürken aslında pek çok başarılı erkek aşçı vardır. Bu durumda pratik yaptıkça gelişeceği açık olan yemek yapma becerisi için kadınlar doğuştan yeteneklidir demek doğru değildir. 
     Toplumsal Cinsiyet Rolleri Neden Değişmeli? 
      Leman Korkmaz’a göre: Cinsiyet rollerine uygun davranma yükünü kişilerin üzerinden almak, kalıp yargıların olumsuz sonuçlarından kurtulmak, herkesin biricikliğini özgürce gösterebilmesini sağlamak, diğer cinsiyete özgü kabul edilen özellikleri rahatça içselleştirip, geliştirebilmek için gereklidir.
Geleneksel cinsiyet rollerini savunanlar, kuşkusuz  ''Cinsiyet'' konulu tartışmalardan ve geleneksel anlayışa alternatif bir bakış açısı ortaya konmasından pek hoşlanmazlar, çünkü onlara göre zaten her şey olması gerektiği gibidir. Geleneksel bakışı destekleyenler, cinsiyet rollerindeki eşitliği ve adaleti sorgulayan ve bu nedenle de geleneksel kuralları benimsemeyen ''farklı'' kişiler ortaya çıktığında ise onları ''Kavgacı'', ''Saldırgan'', ''Sapkın'' ve ''Tehlikeli'' olarak etiketleyebilirler. Toplumun çizdiği çizginin dışında düşünen ve davranan bu kişilere yönelik tanımlamalar, özellikle de bu kişiler kadınsa ya da feministse, daha da çoğaltılabilir. Ancak bu tanımlamalar arasında olumlu sıfatlar bulmak, yine de çok zor olacaktır. 
     Her şeye rağmen, ''Cinsiyet rolleri'' konusunda düşünenler olarak bu konuya eğilmeliyiz. Özellikle, bu konuda en çok zarar gören kişiler ya da diğer bir deyişle kadınlar olarak, toplumsal cinsiyet rollerinin bize uygun gördüğü şekilde ''uysal ve pasif'' davranmayarak, akıllardaki soru işaretlerini artırmalı, değişime yönelik küçük de olsa bir adım için, bu rollerin etkisini sorgulamalı, sorgulatmalıyız. 
     Cinsiyet Rollerinde Eşitsizlik 
     Kadınlarla erkeklerin yaptıkları işlerin farklılığı, onların eşitsizliğinin de temel kaynağıdır. Cinsiyete dayalı iş bölümü, basitçe kadınlarla erkekleri farklılaştırmaz, aynı zamanda, onları eşitsiz de kılar. Erkekler, çalışmalarının karışlığında genellikle maddi bir kazanç sağlarken “kadın işleri”nin karşılığı, ancak manevi olabilir.  
     Kadınların yaptıkları işlerin büyük bölümü, ailenin ve evin çevrilmesine ilişkindir. Dolayısıyla, “iş” olarak görülmeyen, yapıldığında değil ancak yapılmadığında farkına varılan büyük bir iş yığını, “ev kadını” rolünün arkasında gizlidir 
     Bir başka farklılık, yapılan işlerin niteliğine ilişkindir. Bütün bir ailenin günde üç öğün doyurulması, evin temizlenmesi, çamaşırların yıkanması, alışverişin yapılması... Bütün bu işler, rutin ve kendini tekrarlayan işlerdir. İnsanın kendini geliştirmesine bir katkıları yoktur. Arkasına dönüp baktığında “işte bunu da ben yaptım” diyebileceği somut bir ürün yoktur.   
     Toplumsal statü ve gelir getirmeyen, bir çalışma alanında ömür tüketmeleri, kadınların erkeklerle eşit olmasının önündeki en büyük engeldir. Yine buna bağlı olarak ücretli çalışmaya katıldıklarında, ailenin geçiminden sorumlu olmadıkları için daha düşük ücretlere razı olurlar. Kamu kesiminde, yani eşit işe eşit ücret ilkesinin en güçlü uygulandığı yerde bile, kadınların ve erkeklerin kazandıkları ücretler arasında farklılıklar vardır.  
     Genel olarak baktığımızda kadın ve erkek arasındaki eşitsizliklerin, aslında toplumun erkeği güçlü, kadının zayıf olmasına bağladığını söyleyebiliriz. Kadın elbette narin ve yumuşaktır, fakat güçsüz olduğu anlamına gelmez.  
      Hareket alanları ev ve mahalleyle, görüştükleri kişiler ise akraba ve komşularla sınırlandırılması, kadınların var olan haklarını bilmeleri ve kullanmaları da mümkün olmaz. Eğitim ve sağlık hizmetlerinden yararlanmalarının önündeki engellerden biri budur. Böyle bir kısıtlanma, sadece kadınları değil, erkekleri ve bütün bir toplumu da güçsüz düşürür. 
      Bütün bunlar, cinsiyete dayalı iş bölümünün alanların ayrılması meselesi olmadığını, hem cinsiyet eşitsizliğine hem de toplumsal güçsüzlüğe kaynaklık ettiğini gösterir. 
     Cinsiyete Dayalı Ayrımcılık 
     Cinsiyete dayalı olan ayrımcılık önyargılarla başlar. Önyargılar kadın ve erkeği ayıran bir başka önemli sebeptir. Örneğin, yeni biri ile tanıştığımızda önce onu süzeriz, kafamızda kurar ve sonra da kurgumuza inanır,  kesin bir hüküm veririz. Karşımızdaki kişinin yeteneklerini ve özelliklerini görmeye çalışmayız. İşte burada kadın ve erkeğin görülmeyen yetenekleri gizlenmiş oluyor. Bireyler genellikle bu şekilde davranarak çoğalıyor ve toplum önyargıları oluşuyor.  
      Kadınların siyaset yapmayacağı da düşünülür. Kadınlar için kullanılan bir deyim vardır; “Elinin hamuruyla erkek işine karışma. Erkeklerin sert görünümlü olduğu, kadınların yumuşak ve narin olduğu bilindiği için siyaset yapmak, erkeğe ait bir statü olarak kabul edilir. İşte bu sebeple bu deyim kullanılır. Elinin hamuruyla kadınlar siyasette yapabilmelidir. 
Birçok toplumda meslekler, kadın işi ve erkek işi diye ikiye ayrılır. Genellikle kadın işi, düşük statülü ve düşük ücretli, geçici, güvencesiz olan niteliksiz işlerden ;erkek işi ise yetki ve sorumluluk gerektiren, yüksek ücretli, sürekli, güvenceli olan nitelikli işlerden oluşur.
      İşten çıkarılmalarda; aile reisinin erkek olarak düşünülmesi ve evi geçindirme rolünün erkeğin görevi olarak görülmesi gibi birçok nedenlerle, ekonomik kriz dönemlerinde öncelikle kadın çalışanlar tercih edilmektedir.
     Kadın ve erkeğe önyargılarla yaklaşılmasının sonuçları kadını  basit ve güçsüz, erkeği ise statülü ve güçlü yapar. Kadın ve erkek fiziksel olarak eşit değildir fakat hak olarak eşit olmalıdır. Önyargılarımız olduğu sürece ayrımcılık devam eder.
       
       Cinsiyet Eşitliği

     Cinsiyet eşitliği, kadın ve erkeğin eşit haklara ve sorumluluklara sahip olması anlamına gelir.
Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşundan bu yana, kadın erkek eşitliğini ve kadınların toplumun her
alanında hiçbir kısıtlama ve ayrımcılığa uğramaksızın var olmalarını tartışılmaz ilkeler olarak kabul
etmiştir.
   Kadın ve erkek hayatın  her alanında eşit olmalıdır. Ekonomide, yasalar önünde, politik yaşamda, iş yerlerinde, eğitimde, sosyal yaşamda.. 
     
      Peki değişim nedengereklidir? 
     Leman Korkmaz’a göre değişim özgürlük için gereklidir. Değişim tüm kadın ve erkeklerin tamamen aynı olması, tüm gücü erkelerden alıp kadınlara vermek demek değildir. Değişim kaos yaratmak ya da erkekler ve kadınlar arasında düşmanca ilişkiler oluşturmak zorunda da değildir. Değişim, herkesin daha mutlu olduğu, eğilimleri, istekleri ve ihtiyaçları doğrultusunda davranabildiği, seçimler yapabildiği, toplumsal hayattaki rollerini sorgulayabildiği, değiştirebildiği uygun bir ortam yaratabilmek için gereklidir. 
     Değişim kadınların başarılı olmaktan erkeklerin ağlamaktan korkmaması için gereklidir. Yani, yukarıda sözü edilen sebeplerin özeti ve özü olarak, değişim, kadın-erkek herkesin mutluluğu, özgürlüğü ve küreselleşmiş yeni dünya düzeninde eşit olması için gereklidir. 
     Küreselleşme kavramının muğlâklığı, küreselleşme üzerine yapılan çalışmaların neredeyse tümünün değindiği bir konudur. Küreselleşmenin sosyal bilimlerin alanına giren birçok konuya doğrudan yada dolaylı olarak temas etmesi bu kavramın tanımını zorlaştıran konulardan biridir. 
     Her ne kadar küreselleşme kavramının 1990’lı yıllardan itibaren yaygın bir şekilde kullanılmasında onun iktisadi boyutu belirleyici olmuş olsa da, küreselleşmeden söz edildiğinde söz konusu olan sadece ticari ve finansal ilişkilerin küresel bir boyut kazanması değil, aynı zamanda kültürlerin iç içe geçişi, mekânın ve onun algılanma biçiminin dönüşümü iktisadi ve sosyal hayatı düzenleyici evrensel normların ortaya çıkışı, enformasyon ve iletişim kanallarında yaşayan devrim niteliğindeki gelişmeler, ulusal sınırların ve ulusal egemenliklerin aşınması, insanların tüm bunların yanında ve bunlara paralel olarak artan yasal ve yasadışı hareketliliği gibi bir dizi başka öğedir . 
       Küreselleşme kavramının, insanların hareketliliğini mi; uzun mesafeli ticareti mi; kültürler arası irtibatı mı, uluslar arası bir toplumun gelişimini mi; kültürel bir bilincin oluşmasını mı, tüm bunların ve diğer birçok öğenin birleşimini mi; ifade ettiği sorusunun cevabı gerçekten de belirsizdir. (Hopper, 2007: 31) Bu belirsizliğin sebebi; insanların küreselleşmeye karşı farklı bakış açılarının olmasıdır.  
     ABD’li ekonomist Timothy Taylor küreselleşmeye olan tepkilere karşın şunları ifade etmiştir:  
     “Küreselleşme, ne ulusal ekonomiyi hasta eden zehir ne de kâr amaçlı holdinglerin işçileri sömürmek ve çevreye zarar vermek üzere kullandığı bir araçtır. Küreselleşme, ne sömürgeciliğin dönüşü ne de dünya yönetimine erişim anlamındadır. En temel düzeydeki basit anlamıyla küreselleşme, imkân dâhilindeki ticari aktivitelerin sınırlarının genişletilmesidir. Coğrafi, teknolojik yada yasal engellerle kısıtlanmış, satış, satın alma, üretim, borç verme, borçlanma faaliyetleri daha pratik hale gelmektedir. Küreselleşmeyle ortaya çıkabilecek olanakları araştırmak ve çözümlemek, yıldırıcı bir çaba, esneklik ve değişimi gerektirmektedir, Çünkü küreselleşme, yeni ekonomik olanakların bu tür olağanüstü büyük bir düzen içinde yer alışını kapsamaktadır.” 
     Küreselleşmiş Yeni Dünya Düzeninde Olması gereken Toplumsal Cinsiyet  
     Küreselleşmiş yeni dünya düzeninde, insanların öncelikle birbirine karşı daha ılımlı ve anlayışlı olması gerekir. Anne ve babalar, çocuklarına küçüklükten başlayarak iyi bir eğitim vermelidir. 
     A) Kadının Cinsiyet Eşitliğindeki Rolü 
      Yapılan araştırmalar ve istatistikler göstermektedir ki, kadınlar, eğitim olanaklarından erkeklere göre eşit biçimde yararlanamamaktadırlar. Okuma yazmazlık oranı kadınlarda %20, erkeklerde ise %8 civarındadır. Eğitimsiz bir kız çocuğu, büyüdüğünde eğitimsiz bir kadın olacaktır. Bu da onun bağımsız ve eşit bir yurttaş olarak toplumsal yaşama katılımını sınırlayacak, şiddete uğrama ihtimalini artıracaktır. Bu sebeple kız çocukları okutulmalıdır. 
     Kız kardeşler, anneler ve eşler okuma-yazmaya yönlendirilmelidir.Yaşam boyu eğitim yaklaşımıyla yürütülen pek çok eğitim programında görülmüştür ki, kısa dönemli bile olsa bu eğitimlere katılan kadınların aileleriyle, çocuklarıyla ve yakın çevreleriyle ilişkilerinde olumlu değişimler yaşanmakta, kadınların öz güven ve öz saygısı yükselmekte, sorun çözme becerileri artmaktadır. 
      Resmi nikâh yapılmadığında evlilik yasal olarak geçerli olmayacağından hem kadın hem de çocukların durumu güvencesiz olur. Bu sebeple eşler resmi nikâh yapmalıdır. 
     Kadınların ev dışında da çalışmaları desteklenmelidir.Çalışmak, kadının dünyaya bakışını genişletecektir. Böylece, aile ve toplumdaki statüsü yükselecek, erkeğin arkasında değil, yanı başında, onunla eşit bir eş olarak yerini alacaktır. 
Kadın;çocukların sorumluluklarını eşiyle paylaşmalıdır. 
Ailedeki kız ve erkek çocuklara eşit davranmalıdır. 
Aile içinde kararları birlikte almalıdır. 
Şiddet uygulamamalıdır. 
Kadınların toplumda görevler almasını desteklemelidir. 
Çocuk sahibi olma kararını ortak almalıdır. 
      B) Erkeğin Cinsiyet Eşitliğindeki Rolü 
      Erkekler, her şeyden önce, ailenin geçiminden sorumlu kabul edilirler. Erkeklerin böylesine güç bir rolü üstlenmeleri, onların hayatın güçlükleri karşısında endişeye kapılsalar bile bunu başkalarıyla paylaşamamalarına yol açar. Çünkü ailenin geçindirilmesi, bir erkeğin cinsiyet rolünün bir parçasıdır ve bu rolü üstlenmeyle ilgili sorunlar, onun cinsiyet rolünü gereği gibi yerine getirememesi anlamına gelebilir. 
     Erkekler, hem aile düzeyinde hem de toplumsal düzeyde, karar verici olarak görülmektedir. Ailenin geleceğini etkileyecek türde kararların verilmesi, son derece güç ve ağır bir sorumluluktur. Bu sorumluluğun ailedeki tüm bireylerle, özellikle de eşle paylaşımı, hem daha doğru kararların alınabilmesini hem de erkeğin yükünün hafifletilmesini sağlayacaktır. Ayrıca aile içi iletişimi de artıracağından, anne-baba- çocuklar arasındaki ilişkilerde olumlu değişmeler beklenebilir. 
      Kadına Yönelik Şiddet 
     Ayrımcılığın ve eşitsizliğin sonuçlarından biri, kadınlara yönelik şiddettir. Kadınlara ve kız çocuklarına yönelik şiddet, en yaygın insan hakkı ihlalidir. Bu fiziksel, cinsel, psikolojik ya da ekonomik şiddet olabilir. Genellikle şiddet türlerinden biri varsa diğerlerinden biri ya da bir kaçının da bulunduğu düşünülür. 
      Ulusal ve kültürel sınırları aşan, her ırk ve her sınıfta yaşanan bir sorundur. 20. yüzyılın son çeyreğine gelininceye kadar kadınlara yönelik ev içi şiddet, yasal bir düzenlemeye konu olmamıştır. Çünkü aile içinde yaşanan çatışmaların ve sorunlar kamusal bir sorun olarak görülmemiştir. Böylelikle, kadınların evde uğradıkları her türlü şiddet, ailenin “iç sorunu” olarak yasal ve kurumsal düzenlemelerin dışında bırakılmıştır. Aile içi şiddet, bebeklerin cinsiyetinin önceden tahmin edilebilmesi ve kız bebeklerin daha doğmadan hamileliğe son verilmesinden namus cinayetlerine, zorla çalıştırmaya ve tecavüze kadar, yaşamın her safhasında karşılaşılabilen bir insan hakkı ihlalidir.  
     Yakın bir zamanda gelişen, üniversite öğrencisi olan Özgecan Aslan evine gitmek için bindiği bir dolmuşta şoför tarafından tecavüze uğradı, elleri bileklerinden kesildi yetmedi yakılarak öldürüldü. Günlerce medya tarafından yansıtılan bu olay, kadınları ve duyarlı tüm insanları derinden yaraladı. Yürüyüşler yapıldı, katile verilmesi gereken cezalar tartışıldı.. Ama yetmedi, bu olay gündemdeyken başka kadınlar da kocaları tarafından vahşice öldürüldü.  
     Adıyaman’ın Karapınar mahallesi, Karapınar caddesinde yaşayan Zerrin hanım, iddiaya göre eşinden şiddet gördüğü için boşanmak istedi. Ailesi boşanmaması için ikna etmeye çalıştı. Fakat Zerrin hanım, gördüğü şiddete dayanamayarak davayı açtığı günden bir ay sonra resmen boşandı. Bunu duyan  baba ve amca tekrar evlenmesi gerektiğini söylediğinde Zerrin hanım bu talebi reddetti. Çıkan arbedede baba ve amca, Zerrin hanımı ve annesini darp etmeye başladı. Hıncını alamayan baba ve amca eline geçen sandalyeyi Zerrin hanımın kafasına vurarak, neredeyse kırılması imkansız olan tahta sandalye kadının başında kırıldı. Yine bu vahşet sırasında nice kadın ölümleri, şiddetleri toplumumuzda eksik olmadı.
     Kadına şiddet, bu kez Hindistan’ın Pencap eyaletinde, bir protesto eyleminde gerçekleşti, Üstelik dayağa maruz kalan kadın, öğretmendi. İş isteyen bir kaç öğretmen, Lambi kasabasında hükümet binası önüne geldi. Bölgeyi yöneten yerel liderle görüşmek istedi. Ancak öğretmenler, yerel yetkili ile görüştürülmeyince tartışma çıktı. Bölgeyi yöneten parti üyeleriyle bir kadın öğretmen arasındaki tartışma giderek kızıştı, ortaya bu şiddet görüntüsü çıktı. Aynı zamanda avukatlık da yapan Virender Kaur isimli öğretmen, Balwinder Singh adlı yöneticinin saldırısına uğradı.  
Nice kadın ölümleri devam ederken, insanlıktan nasibini almamış erkekler ceza almalarına rağmen, yaptıkları kötülüklerden maalesef ders çıkarmayanlar oldukça fazladır. 
     Erkeklerin kadınlara bu denli şiddet uygulamasının sebebine, sadece eğitim yada sadece ruh hastalığı demek doğru değildir. Psikolojik cıkmaza giren bireylerin, şiddete başvurmasının bircok sebebi vardır. Örneğin bireylerin mutsuz olması, ruh dengesinin bozuk olması, uyuşturucu kullanılması, eğitimsizlik, aile içi geçimsizlik, insanlarla iletişim kuramamak, dışlanmak ve buna benzer birçok sebeplerdir. Aynı zamanda, kadını denetleme arzusundan ve kadınların ikincil cinsiyet olduklarına duyulan inançtan da kaynaklanır. Yani erkekler, kadınların dövülebilir olduğu bilgisi nedeniyle şiddet uygularlar. Bu nedenle, kadın erkek eşitliğinin sağlanması, şiddetin ortadan kaldırılması, en azından azaltılması için son derece önemli bir hedeftir. Dünyada ve Türkiye’de şiddete uğrayan kadınların başvurabileceği telefon hatları, sığınaklar, danışma merkezleri bulunmaktadır. 


ARTVİN ÇORUH ÜNİVERSİTESİ, HOPA YERLEŞKESİ KONFERANS SALONUNDAKİ SUNUMUM..


Kaynakça 

Sosyal Bilimlerde Temel Kavramlar, (Anadolu Üniversitesi Yayınları) Prof. Dr. ERGUR Ali vd..2014 

2. Küreselleşme Ve Demokrasi, (ADADAĞ Ve YILDIZCAN) 

3. KORKMAZ, www.bianet.org 

4. Türk Mühendisi Ve Mimar Odaları Birliği, www.tmmob.org.tr 

5. Item 12- Integrafion of the human rights of women and the gender perspective: Violence Aganirst women andHonorCrimes hrw.org.Erişim: 5 Aralık 2009 

6. Wikipedia, tr.m.wikipedia.org 

Yorum Gönder

0 Yorumlar

Ad Code

Responsive Advertisement